Posts

Showing posts from April, 2009

GÜNEŞİ İÇENLERİN TÜRKÜSÜ

bu bir türkü: - toprak çanaklarda güneşi içenlerin türküsü! bu bir örgü: - alev bir saç örgüsü! kıvranıyor; kanlı; kızıl bir meş'ale gibi yanıyor esmer alınlarında bakır ayakları çıplak kahramanların! ben de gördüm o kahramanları, ben de sardım o örgüyü, ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim! ben de içtim toprak çanaklarda güneşi. ben de söyledim o türküyü! yüreğimiz topraktan aldı hızını; altın yeleli aslanların ağzını yırtarak gerindik! sıçradık; şimşekli rüzgâra bindik!. kayalardan kayalarla kopan kartallar çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını. alev bilekli süvariler kamçılıyor şaha kalkan atlarını! akın var güneşe akın! güneşi zaptedeceğiz güneşin zaptı yakın! düşmesin bizimle yola: evinde ağlayanların göz yaşlarını boynunda ağır bir zincir gibi taşıyanlar! bıraksın peşimizi kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar! işte: şu güneşten düşen ateşte milyonlarla kırmızı yürek yanıyor! sen de çıkar göğsünün kafesinden yüreğini; şu güneşten düşen ateşe fırlat; yüreğini yürekleri...

5TE DEVRE 10DA BİTER

Geçmişin net hatıralarından biriydi. Yerli malı haftasıydı, hatırlıyorum. Koca şehre kendini kabul ettirmeye uğraşan mahallelerden birinde, kırık dökük bir ilkokulun, türlü yemişler kokan bir sınıfından içeri girdim. Çöp kovasının yanına geçip, durdum. Kimse göremiyordu beni, rahattım. Bu yaşım, geçmişini izleyebiliyordu şimdi…45-50 kadar çocuk durmadan, dinlenmeden konuşuyor, sıralar arasında geziniyorlardı. Sıraların üstü yiyecek doluydu. Zeytin yağlı dolma, üzümlü kek ve peynirli tepsi böreği bolluğu göze çarpıyordu. Kuru kayısı, pestil, kaplar içinde kuruyemişler… Sınıf, bu haliyle, küçük çapta bir mide fesadı şenlik alanını andırıyordu. Ağzına yüzüne yemek bulaşmış “cüce” ordusu ise bundan şikayetçi değildi anlaşılan. Çocukların yarattığı o tatlı karmaşaya öyle kaptırmıştım ki kendimi, sınıfın kapalı perdelerinden sıyrılıp da yüzüme vuran gün ışığı ile kendime gelebildim ancak. Işığın vurduğu yöne baktığımda, masasının ardında, o hep hatırladığım yüzüyle öğretmenimi gördüm. 20 yıl...

dünyanın en tuhaf mahluku

akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi. serçe gibisin kardeşim, serçenin telaşı içindesin. midye gibisin kardeşim, midye gibi kapalı, rahat. ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef. koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf. ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama — kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! -Nazım Hikmet-