5TE DEVRE 10DA BİTER
Geçmişin net hatıralarından biriydi. Yerli malı haftasıydı, hatırlıyorum. Koca şehre kendini kabul ettirmeye uğraşan mahallelerden birinde, kırık dökük bir ilkokulun, türlü yemişler kokan bir sınıfından içeri girdim. Çöp kovasının yanına geçip, durdum. Kimse göremiyordu beni, rahattım. Bu yaşım, geçmişini izleyebiliyordu şimdi…45-50 kadar çocuk durmadan, dinlenmeden konuşuyor, sıralar arasında geziniyorlardı. Sıraların üstü yiyecek doluydu. Zeytin yağlı dolma, üzümlü kek ve peynirli tepsi böreği bolluğu göze çarpıyordu. Kuru kayısı, pestil, kaplar içinde kuruyemişler… Sınıf, bu haliyle, küçük çapta bir mide fesadı şenlik alanını andırıyordu. Ağzına yüzüne yemek bulaşmış “cüce” ordusu ise bundan şikayetçi değildi anlaşılan.
Çocukların yarattığı o tatlı karmaşaya öyle kaptırmıştım ki kendimi, sınıfın kapalı perdelerinden sıyrılıp da yüzüme vuran gün ışığı ile kendime gelebildim ancak. Işığın vurduğu yöne baktığımda, masasının ardında, o hep hatırladığım yüzüyle öğretmenimi gördüm. 20 yıl sonra… Dikkatli gözlerle sıraların üstündekileri inceliyordu. Getirilen tüm yiyeceklerin yerli malı haftasına uygunluğu önemliydi. Chiquita muz, Kinder sürpriz yumurta, kutu kola gibi yiyecek içecek getirenleri tatlı-sert biçimde uyarıyordu. Haklıydı belki de kendine göre. Yerli malı haftası ilk kez onun çocukluğunda erozyona uğramıştı. 50li yılların Marshall Yardımı sebebiyle fakir ülkesi lüks tüketim ile tanışmıştı ve bu, onların çocuk akıllarında bir bağımlının ilk şırıngası etkisi bırakmıştı. Buna karşı durabilmek için, her yıl bu zamanlar, çırpınıyordu. Tüketim toplumuna karşı savaşan Köy Enstitü’lü Don Kişot’du o…Büyüdükçe anlamıştım bunu. Gün geçtikçe artan bir destek büyütmüştüm içimde. Onu, ağzından çıkan kelimelerin gittiği yönü nasıl da takip ederdim küçükken. Sahi, ben neredeydim? Bir şey bulmayı uman gözlerle tekrar sınıfa bakındım. Hemen ikinci sırada, saçları sık bitlendiğinden kısacık kesilmiş iki kız çocuğunun arasında olmalıydım. Yoktum…
Ah nasıl unuttum! Toplu yeme ayinlerinden daha o yaşta nefret ederdim. Daha öncekilere nasıl katılmadıysam, anneme bir bahane uydurup o gün de gitmemiştim okula. Buna katlanamıyordum. Çünkü, o gün orada olmak demek çocukların getirilen yiyecekler üstünden iktidar mücadelesi yapmasına şahit olmak anlamına geliyordu. Tamam, belki bir çoğumuz benzer sosyal tabakanın kısıtlı malzeme ile hamur işi yapan insanlarının çocuklarıydık. Bir muz eksik, bir jelibon fazla durumu idare edebilirdik. Peki ya Erkin? Onunla nasıl baş edebilirdik? Hepimizden farklıydı o, briyantine bulanmış saçları ile. Hepimizin önlük ceplerinde mendil, onunkinde fazladan harçlık olurdu. Hasbelkader mahallemize düşmüş bir siyasetçiydi babası. Onu devlet okuluna yazdıracak kadar halk adamı olduğunu halkın gözüne sokuyordu adeta. Bizler, parasal güdüklüğümüz ile sosyal patlamaya yol açabilecek birer dinamit lokumu iken fünye şeklindeki oğlunu aramıza sokması başka nasıl açıklanabilirdi ki? Babasının bu zorlama halkçılığından belki de, sevememiştim Erkin’i. Konuşurken bize tepeden bakıyormuş gibi geliyordu. Her şeyiyle farklı olan bu çocuğu pek de safça olmayan bir kıskançlıkla izliyorduk. Her şeyin en iyisinin, en güzelinin, en yenisinin onda olduğu hissi altında eziliyorduk. Son moda ayakkabılar, yabancı markalı yiyecekler, ışıltılı kalemler… O, tüm bunlara sahipken, onunla aşık atabilmemizin imkanı yoktu. O da biliyordu bunu. Babadan hediye zenginliğini fırsat buldukça yüzümüze çarpmaktan çekinmezdi. Tevazu kelimesinin sözlüğünde yeri olmadığı gün gibi ortadaydı. Konuşmasına her zaman bozuk para ile başlar, banknotlarla bitirirdi. İlk kez dinlendiğinde cazibe merkezi olan bu çocuk, zamanla kabak tadı vermişti bana. Ancak, diğerleri için durum farklıydı. Erkin, üzerinde Fatih Sultan Mehmet’in bulunduğu binliklerle fethediyordu arkadaşlarımı. Her geçen gün çevresindeki kalabalık artıyordu. Arkadaşlarım ellerimin arasından kayıp gidiyordu teker teker…
***
Yere düşen bir bozuk para sesi beni kendime getirdi. Yazı tura oynayan çocuklar arasında Erkin’i rahatlıkla ayırt edebiliyordum. Herkes onun sırasında toplanmış, getirdiği yiyecekler hakkındaki hiç bitmeyecek gibi duran konuşmasını dinliyordu, hayranlıkla. Orada olmamakla ne kadar isabetli bir karar verdiğimi şimdi daha iyi anlıyordum. O gün, arkadaşlarım yiyecek karşılığı zamanlarını verirken Erkin’e, ben ertesi gün olacakları tasarlıyordum kafamda. Onları geri kazanmak için ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Ne yapabilirdim? Maddi anlamda bir Afrika ülkesi kadar meteliksiz, laf dalaşı sırasında Barbara Cartland edebiyatı kadar renksiz ve sinir bozucuydum. Bir an kavga etmeyi düşündüm, hemen vazgeçtim. Balık hapı destekli bu irikıyımdan bilerek dayak yemek akıllıca sayılmazdı. Sonra birden aklıma geldi. Tabii ya! Para maçı yapacaktım onunla. Müzik dersi ve parmak güreşinden sonra en iyi olduğum şeyle yenecektim onu. Ertesi gün neredeyse koşarak gitmiştim okula. Sınıfa girdiğimde gördüğüm bilindik manzara dahi keyfimi bozmamıştı. Cebimde her zaman hazır bulunan bozuklukları şangırdatarak yanına gittim. Kararlı bir ifade ile şöyle dedim: “ Erkin! Var mısın bir para maçına? 5te devre 10da biter…”. Hayırı cevap olarak kabul etmeyeceğim gözlerimden belli oluyordu sanırım. Diyemedi. Çünkü eğer reddetseydi, çocuklara özgü bir acımasızlıkla dalga geçeceğimi anlamıştı. Öğretmen gelmeden maçı yapmak için yeterli süremiz vardı.
Saha müsait, seyirciler heyecanlıydı. Cebimden çıkardığım üç bozukluğu masanın üstüne koydum ve ona doğru itip “Hadi başla bakalım” dedim. Seyircilerden yükselen tezahürat kendime olan güvenimi arttırmıştı. Erkin’in öfkesi yüzünden okunuyordu. Paraları birbirinin arasından geçirirken, benim kemiklerime vuruyormuş gibi zevk alıyordu sanki. İlk gol ondan geldi. O kadar sert vuruyordu ki paralara, durduramıyordum. Parmaklarımın arası kanamıştı. Acıdan, oyuna dikkatimi veremiyordum. İkinci, üçüncü, dördüncü gol de geldi arka arkaya. Delirmiş gibi oynuyordu. Onu kızdırmam işe yaramamıştı. Yeniliyordum. İzleyenlerin onun tarafında yer almalarına sebep olmuştum. En yakın arkadaşım onun kale arkasındaydı. Yüzündeki gülümsemeyi gördüğümde yıkılmıştım. O küçük çocuk masumiyetini yitirmişti gözümde. O an, küllerimden doğdum adeta. Sağlı sollu ataklarla arayı kapattım bir iki dakika içinde. Şimdi gülemiyordu Erkin. Seyirci yine saf değiştirmişti. Mide bulandırıcıydı bu. Bu maç artık onları kazanmak için değildi. Gücün kokusu ile sarhoş kalabalığı umursamadan yalnızca başladığım işi bitirmek istiyordum. İkinci yarı başladığında, yensem de yenilsem de herhangi bir “erk”in karşısında yalnız kalacağımı anlamıştım. Kalabalık gölgeye, sesler uğultuya dönüşmüştü. Zaman – mekan kavramı kaybolmuştu…
***
Gençliğim çocukluğum içinde öyle bir dalıp gitmişti ki, çalan zilin peşinden üstüme doğru koşturan çocuklar sayesinde geride bıraktım o günü. Tüm sınıf boşalınca, önden ikinci sıradaki yerime gittim yavaşça. Cebimden çıkardığım üç bozukluğu sıranın üstüne koydum… Maçın sonucu ne olmuştu? Hatırlamıyordum. Zaten önemi de yoktu. Gücü elde etmek için parayı araç edinmiştim. Kazancım bu olmuştu. Aslında, ne artmıştım ne eksilmiştim. Ben, hep o üç bozukluk kadar zengindim.
Deniz Akyüz 09.03.2009
Çocukların yarattığı o tatlı karmaşaya öyle kaptırmıştım ki kendimi, sınıfın kapalı perdelerinden sıyrılıp da yüzüme vuran gün ışığı ile kendime gelebildim ancak. Işığın vurduğu yöne baktığımda, masasının ardında, o hep hatırladığım yüzüyle öğretmenimi gördüm. 20 yıl sonra… Dikkatli gözlerle sıraların üstündekileri inceliyordu. Getirilen tüm yiyeceklerin yerli malı haftasına uygunluğu önemliydi. Chiquita muz, Kinder sürpriz yumurta, kutu kola gibi yiyecek içecek getirenleri tatlı-sert biçimde uyarıyordu. Haklıydı belki de kendine göre. Yerli malı haftası ilk kez onun çocukluğunda erozyona uğramıştı. 50li yılların Marshall Yardımı sebebiyle fakir ülkesi lüks tüketim ile tanışmıştı ve bu, onların çocuk akıllarında bir bağımlının ilk şırıngası etkisi bırakmıştı. Buna karşı durabilmek için, her yıl bu zamanlar, çırpınıyordu. Tüketim toplumuna karşı savaşan Köy Enstitü’lü Don Kişot’du o…Büyüdükçe anlamıştım bunu. Gün geçtikçe artan bir destek büyütmüştüm içimde. Onu, ağzından çıkan kelimelerin gittiği yönü nasıl da takip ederdim küçükken. Sahi, ben neredeydim? Bir şey bulmayı uman gözlerle tekrar sınıfa bakındım. Hemen ikinci sırada, saçları sık bitlendiğinden kısacık kesilmiş iki kız çocuğunun arasında olmalıydım. Yoktum…
Ah nasıl unuttum! Toplu yeme ayinlerinden daha o yaşta nefret ederdim. Daha öncekilere nasıl katılmadıysam, anneme bir bahane uydurup o gün de gitmemiştim okula. Buna katlanamıyordum. Çünkü, o gün orada olmak demek çocukların getirilen yiyecekler üstünden iktidar mücadelesi yapmasına şahit olmak anlamına geliyordu. Tamam, belki bir çoğumuz benzer sosyal tabakanın kısıtlı malzeme ile hamur işi yapan insanlarının çocuklarıydık. Bir muz eksik, bir jelibon fazla durumu idare edebilirdik. Peki ya Erkin? Onunla nasıl baş edebilirdik? Hepimizden farklıydı o, briyantine bulanmış saçları ile. Hepimizin önlük ceplerinde mendil, onunkinde fazladan harçlık olurdu. Hasbelkader mahallemize düşmüş bir siyasetçiydi babası. Onu devlet okuluna yazdıracak kadar halk adamı olduğunu halkın gözüne sokuyordu adeta. Bizler, parasal güdüklüğümüz ile sosyal patlamaya yol açabilecek birer dinamit lokumu iken fünye şeklindeki oğlunu aramıza sokması başka nasıl açıklanabilirdi ki? Babasının bu zorlama halkçılığından belki de, sevememiştim Erkin’i. Konuşurken bize tepeden bakıyormuş gibi geliyordu. Her şeyiyle farklı olan bu çocuğu pek de safça olmayan bir kıskançlıkla izliyorduk. Her şeyin en iyisinin, en güzelinin, en yenisinin onda olduğu hissi altında eziliyorduk. Son moda ayakkabılar, yabancı markalı yiyecekler, ışıltılı kalemler… O, tüm bunlara sahipken, onunla aşık atabilmemizin imkanı yoktu. O da biliyordu bunu. Babadan hediye zenginliğini fırsat buldukça yüzümüze çarpmaktan çekinmezdi. Tevazu kelimesinin sözlüğünde yeri olmadığı gün gibi ortadaydı. Konuşmasına her zaman bozuk para ile başlar, banknotlarla bitirirdi. İlk kez dinlendiğinde cazibe merkezi olan bu çocuk, zamanla kabak tadı vermişti bana. Ancak, diğerleri için durum farklıydı. Erkin, üzerinde Fatih Sultan Mehmet’in bulunduğu binliklerle fethediyordu arkadaşlarımı. Her geçen gün çevresindeki kalabalık artıyordu. Arkadaşlarım ellerimin arasından kayıp gidiyordu teker teker…
***
Yere düşen bir bozuk para sesi beni kendime getirdi. Yazı tura oynayan çocuklar arasında Erkin’i rahatlıkla ayırt edebiliyordum. Herkes onun sırasında toplanmış, getirdiği yiyecekler hakkındaki hiç bitmeyecek gibi duran konuşmasını dinliyordu, hayranlıkla. Orada olmamakla ne kadar isabetli bir karar verdiğimi şimdi daha iyi anlıyordum. O gün, arkadaşlarım yiyecek karşılığı zamanlarını verirken Erkin’e, ben ertesi gün olacakları tasarlıyordum kafamda. Onları geri kazanmak için ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Ne yapabilirdim? Maddi anlamda bir Afrika ülkesi kadar meteliksiz, laf dalaşı sırasında Barbara Cartland edebiyatı kadar renksiz ve sinir bozucuydum. Bir an kavga etmeyi düşündüm, hemen vazgeçtim. Balık hapı destekli bu irikıyımdan bilerek dayak yemek akıllıca sayılmazdı. Sonra birden aklıma geldi. Tabii ya! Para maçı yapacaktım onunla. Müzik dersi ve parmak güreşinden sonra en iyi olduğum şeyle yenecektim onu. Ertesi gün neredeyse koşarak gitmiştim okula. Sınıfa girdiğimde gördüğüm bilindik manzara dahi keyfimi bozmamıştı. Cebimde her zaman hazır bulunan bozuklukları şangırdatarak yanına gittim. Kararlı bir ifade ile şöyle dedim: “ Erkin! Var mısın bir para maçına? 5te devre 10da biter…”. Hayırı cevap olarak kabul etmeyeceğim gözlerimden belli oluyordu sanırım. Diyemedi. Çünkü eğer reddetseydi, çocuklara özgü bir acımasızlıkla dalga geçeceğimi anlamıştı. Öğretmen gelmeden maçı yapmak için yeterli süremiz vardı.
Saha müsait, seyirciler heyecanlıydı. Cebimden çıkardığım üç bozukluğu masanın üstüne koydum ve ona doğru itip “Hadi başla bakalım” dedim. Seyircilerden yükselen tezahürat kendime olan güvenimi arttırmıştı. Erkin’in öfkesi yüzünden okunuyordu. Paraları birbirinin arasından geçirirken, benim kemiklerime vuruyormuş gibi zevk alıyordu sanki. İlk gol ondan geldi. O kadar sert vuruyordu ki paralara, durduramıyordum. Parmaklarımın arası kanamıştı. Acıdan, oyuna dikkatimi veremiyordum. İkinci, üçüncü, dördüncü gol de geldi arka arkaya. Delirmiş gibi oynuyordu. Onu kızdırmam işe yaramamıştı. Yeniliyordum. İzleyenlerin onun tarafında yer almalarına sebep olmuştum. En yakın arkadaşım onun kale arkasındaydı. Yüzündeki gülümsemeyi gördüğümde yıkılmıştım. O küçük çocuk masumiyetini yitirmişti gözümde. O an, küllerimden doğdum adeta. Sağlı sollu ataklarla arayı kapattım bir iki dakika içinde. Şimdi gülemiyordu Erkin. Seyirci yine saf değiştirmişti. Mide bulandırıcıydı bu. Bu maç artık onları kazanmak için değildi. Gücün kokusu ile sarhoş kalabalığı umursamadan yalnızca başladığım işi bitirmek istiyordum. İkinci yarı başladığında, yensem de yenilsem de herhangi bir “erk”in karşısında yalnız kalacağımı anlamıştım. Kalabalık gölgeye, sesler uğultuya dönüşmüştü. Zaman – mekan kavramı kaybolmuştu…
***
Gençliğim çocukluğum içinde öyle bir dalıp gitmişti ki, çalan zilin peşinden üstüme doğru koşturan çocuklar sayesinde geride bıraktım o günü. Tüm sınıf boşalınca, önden ikinci sıradaki yerime gittim yavaşça. Cebimden çıkardığım üç bozukluğu sıranın üstüne koydum… Maçın sonucu ne olmuştu? Hatırlamıyordum. Zaten önemi de yoktu. Gücü elde etmek için parayı araç edinmiştim. Kazancım bu olmuştu. Aslında, ne artmıştım ne eksilmiştim. Ben, hep o üç bozukluk kadar zengindim.
Deniz Akyüz 09.03.2009
Comments