Fade Out (Öz gözümden)
2015 Haziran ayıydı. Yanına giderken aklımda bir daha
görememek, görmemek, görmeyi istememek fikri vardı, hep yanında kalmak fikriyle
sarmaş dolaş. Günlerdir koşuşturuyor olmaktan yorgun düşmüş ama yine de
gülümseyerek, her zamanki gibi telaşlı vardım yanına. Gözlerinin içi gülüyordu.
Ağzımdan çıkacak bir kelimeyi bekliyordu. Böyle düşünmek hoşuma gidiyordu
aslında. Gülen gözleri ne demek istiyordu anlayamadığım çok zaman oluyordu.
Buluşmadan önce telefonda biraz bahsetmiştim gideceğimden. Bir süre gideceğimden
emin gülümsemişti. Çok güzel gülerdi alaycı olduğu zaman ve ben hala aşıktım bu
gülüşe. “Gitmek zorundayım, buradaki hikayem tamamlandı.”dediğimde bir parıltı
yere düştü yüzünden. “Yürüyelim mi biraz?”
Galata sokaklarında yürüdük sessizce bir süre. Onunla karşı
kıyıda geceler boyu kaybolmalarımız geldi aklıma. Yürürken hiç yorulmaz,
gideceğimiz yeri hiç bilmez, susmayı bir dakika bile aklımıza getirmezdik.
Şimdi susuyor ve gideceğimiz yeri biliyorduk ikimiz de. Havada kararında bir
serinlik vardı. Üstüne bol gelen tişörtü hafifçe sallanıyordu gidecek birinin
arkasından sallanan bir mendil gibi. Yavaş adımlarla yürüyor, varmak istemiyor,
konuşmak istemiyorduk. Varırsak bitecek, konuşursak kelimeler tükenecekti. Gözlerimin
içine baktı ve gülümsedi. Yine bir ara sokakta kaybolduğumuzu anladım o an.
Eski bir binanın merdivenlerine oturduk. Sakince sigarasını sardı. Ben de
pakette son kalan sigaramı yaktım. Karşıdaki marketten iki soğuk kahve aldım.
Mavi olan ona, siyah bana. “Ne zaman gidiyorsun? Topladın mı eşyalarını?” Bu
soruları sormasını bekliyordum. O ise her zaman yaptığını yaptı. Kendi
gündemimiz olsun istiyordu. Birlikte bir gündemimiz. Ayrı ayrı değil. Biz
diyebileceğimiz şeyler. Karnabahar Kızartan Kadınlar’dan bahsetti hevesle.
Küçücük ağzı kocaman açılarak. Ne güzeldir küçük suratların, suretlerin
hayallerinden iştahla bahsederken büyümesi. Yüzümde, gözümde gülümsemeyle
dinledim onu. Sonra biraz Osman Çakmakçı ve onun organik şiir tanımına
methiyeler düzdü. Benzer düşünüyor olmamız çatışmalar yaratıp sohbeti ileri
taşımıyordu ama umrumda değildi. İnandıklarını anlatırken çok sevimliydi.
Elleri kolları sürekli hareketli, kendine teatral bir hava vererek anlatıyordu.
Şiirden bahseden bir şiir vardı karşımda. Daha iyisini düşünemezdim.
Öğlen saatleri geçmiş, ara sokaklardan doğru kendimizi ana
caddeye atmıştık. Koluma hiç girmezdi, yine girmedi kalabalık içinde. Elimi hiç
tutmazdı, yine tutmadı kaybolacağını bilse bile. Yan yana yürüdük, yürümeye
çalıştık. Bir iki tahta masanın atıldığını gördük yan sokakta. Hemen oturduk.
Susamıştık. O an, bunun benim son susayışım olduğunu düşünmüştüm. Şiire, bol
tişörte, içkiye, çarpık gülüşe. Gözümdeki hüzne sarıldı sesi: “Dans etmeye gidelim
mi?” Oysa daha sarhoş değildik. Aklımız da bedenimiz de o kadar esnek
sayılmazdı. Dans eden kadınlarla ilgili tablolardan, romanlardaki melodilerden
bahsederek konuyu dağıttım. Cümlesini unutmasın istiyordum ama dans etmek için
çok erkendi. Şimdi düşününce, “o dansı yapmalıydık” diye geçiriyorum içimden
ara ara. Cümlesini çoktan unutmuş, Paul Celan’dan bahsediyordu. Aklımda
dizeleri döndü:
“Güz kendi yaprağını
yiyor elimden: Biz iki dostuz.
Zamanı ceviz kabuklarından ayıklayıp yürümeyi öğretiyoruz ona: Zamansa dönüyor kabuğuna.”
Zamanı ceviz kabuklarından ayıklayıp yürümeyi öğretiyoruz ona: Zamansa dönüyor kabuğuna.”
Onun dostuydum ben. Abisi, sırdaşı, yol arkadaşı… İhtiyacı
vardı bana. Her zamankinden fazla. Bunu görebiliyordum cümlelerinde.
Cümlesinden görüyor, cümlesinden öpmek istiyordum. O, aramızdaki bir insan
boşluğunu hep koruyordu. Öpülmek istemiyor, anlaşılmak istiyordu. Anlatıyor,
susuyor, susadıkça içiyor, yine anlatıyordu. Ben ise sadece susuyor ve
içiyordum. Gidecek olmanın verdiği ağırlık ve ağrı hali üzerimdeydi. Tutacağım
evi düşünüyordum, onun içinde olmayacağı, film izleyemeyeceğimiz o evi. Bir
gece illa ki halıya dökeceğim birayı, kanepedeki külü temizlerken kanepeyi daha
da pisletme ihtimalimi düşünüyordum. Dalmışım. Bardağıma değdi bardağıyla. “Sen
nasılsın? Daha çok kalamaz mısın?” dedi. Bu kez dedi. Böylesinin daha iyi
olacağını anlattım. Defalarca o gitmiş ama bir şekilde geri gelmişti. Kontrollü tedirginliği bundandı. Saçlarıyla
oynarken parmaklarıyla bir tutamını bana doğru uzatarak “Biraz kestirsem mi, ne
dersin?” diye sordu. Böyle çok güzeldi. “Dokunma” dedim. İkimizin aklına da
Orhan Gencebay geldi . Güldük. Akil adamlık öncesi masamızda en çok onu
dinlerdik. Eksik kaldık diye de kızdık. Kadehlerimizi yakın zamanda
kaybettiğimiz Müzeyyen Senar’a kaldırdık.
Comments