Sizden Nasıl Ayrılmamı İsterdiniz?



İşten eve koşturarak gitmeyi isteyeceğim berbat bir günü daha geride bırakmıştım. Bunları uzun uzun anlatıp can sıkmaya gerek yok. Herkesin bildiği şeyleri yeni bir şeymiş gibi anlatan insanlardan tiksiniyorum diye anlatmıyorum. Sizi ben sayıyor, sizi ben görüyorum. Güzel olanlarınızı ayrı bir seviyorum. Neyse… Koşarak gitmek yorucu olacak diye uçayım dedim bu kez. Şirketin en üst katına çıktım ve rüzgara bıraktım kendimi. Süzülüyordum sakince, Sait Faik öyküsündeki mesaisini yeni bitirmiş martıyla beraber. Sanayi bölgelerinin havadan bakınca da gayet çirkin ve çekilmez olduğunu görüp gülümsedim. İçinde yaşamanın zorluğu silindi gitti ruhumdan. Martı bir laf attı, duymazdan geldim. Laflayacak halim yoktu, başımla hafifçe selam verdim. Gitti. Gitsin. Rüzgarın yüzümde yarattığı hoşluk yeter bana. Gitsin. Parmaklarımın arasında konaklayıp giden ürperti kafi. Gitti. Konuşsa mıydım acaba?
Kararsızlık;  insanın öz işkencecisi. Ayakların iki zeytinyağı tenekesinde, içinde bolca çimento, deniz kenarında “biri itsin” bekleme hali. Biri itsin, bitsin. Ya da şu çimento tam kurumadan yetişsin. Bak yine! Kâr; arsızlık! Bu hareket edemeyişlerin ardından elde kalan hep bu oluyor. Bahaneler, dünyada az biraz zaman geçirmiş insan için arsızlık olarak geri dönüyor. Kafamı çevirip martıya baktım. “Bir iki sayfa konuşabiliriz belki, gel!” dedim de duymadı. Belki de bu kez o duymazdan geldi. Uzaklaştı. Kararsızlık bir yerden değil ama birinden ayrılmak için güzel bir yoldu. Kalem kağıt çıkarıp not ettim. Tam cebime koyacakken kalemi, elimden kaydı düştü. En sevdiğim kalemimdi. Ben aheste giderken, o hızla bir yere ulaşmaya çalışıyordu. Benim vaktim bol, onun yoktu. Benim ona ihtiyacım var, onun belli ki yoktu. Ayrılmak için bu da bir yol olabilir diye düşündüm. Bırakmak! Bırakınca gidiyordu en sevdiğin kalem bile. Güneşli hava hüznüme el koydu diye ağlayamıyordum da. Sessizce veda ettim kalemime. Bu arada semt değiştirmiş, sahil kenarında yürüyen, oturan, içkisini yudumlayan insanların üzerinde salınır olmuştum. Çocuğuna bulutları gösteren baba ve çimlere yalnız başına yayılmış bir hayalperest ile göz göze geldim. Kolumu yumruk yapıp ileri doğru uzattım. Şaşkın bakışlarını delip geçtim oradan. Uzaklaştım.
Şehrin metrosundan daha hızlı gidebiliyordum istediğim yere. Uçmak ne güzel şeydi! Bunu düşündüm. Cebimdeki bozuk paralardan birini durakta insanlar inmeden binmeye çalışan aptala doğru savurdum. Mendilci çocuğun kutusunun içine düştü. Çocuk gülümsedi. Aptal ise metroya bindi. Az önce omuz atıp geçtiği kadının çantasını düşürmesini umursamadı bile. Kadın öfkeden deliye döndü. Haklıydı. Aptal, metronun içinde kalabalıkta kayboldu. Kadın, hiç tanımadığı birine kızgın, duruyordu. Şu an cebimde bir silah olsa, atardım kadına.” Aptalı neden vurmuyorsun ki?” diyorsanız bana, öldüremiyorum ben. Aracı olabilirim en fazla. Ortada bir silah olmadığına göre izlemekle yetindim. Kadın hala çantasından dağılanları topluyordu. Toplaması o kadar uzun sürmüştü ki, aptal evine çoktan varmış olmalıydı. Umursamazlık bir kez daha galip gelmişti. Tam bu noktada, kadınlarla ilgili uzun tespitler yapacakken, yüzüme doğru hızla gelen bir şey fark ettim. Annemin terliğiydi bu! İçinde de bir akıllı telefon. Whatsapp mesajı açık: “ Gelirken terliği getirmeyi unutma!”. Sağ gözümün altından suratıma yapışan terliğin sızısına mı yansam, annemin mesajına mı gülsem bilemedim. Bir cümleyle susturmuştu beni kadın. Ki kadınlar genelde böyle yapardı. Anne veya anne değil, fark etmezdi. İkinci bir terlik gelmeden susmayı yeğledim.

….
Saatlerce susmuş şekilde gökte süzülürken, kanadında müzikçalarla bir karga yanaştı yanıma. Karga ölüm demek değil mi? Git yanımdan! “Yanlış tanıtıyorlar bizi. Ben aslında bilgeliğin sembolüyüm.” dedi, play tuşuna basarken. Göğün kendi melodisine hüzünlü bir ekleme yaptı karga. Tupac söylüyordu. “Hit ‘em up – Hepsini vur” diyordu. Bu nasıl bilgelik ey karga! Hepsini vurduğumda ben değil onlar ayrılmış olmaz mı? Kalmanın hiç öyle edebi bir yanı yok. Öylece oturuyorsun içindeki dağınıklıkla. “Oturup yıldızlardan bakmak isterdin değil mi dünyadaki resmine?” derken sigarası ağzından düştü. Peynir olmalıydı ağzındaki halbuki. Bulutların bittiği yerde güneş değdi yüzüme. “Gitme bulut, bekle” dedim gölgeye. Fuck you! dedim kargaya. Alaycı karga gitti gülerek. Uzaktan seslendi yine de:  “Sen yine de şu öldürme işini düşün.”
Bir süre kargayı düşündüm. Söylediklerini. Bir anda, kutsal kitaplar yağmaya başladı gökten. Kadim dinler  “Öldürmeyeceksin!” diyordu bağıra bağıra. “…kendinden olanı.” diye ekliyordu fısıltıyla. Islanmak istemedim bu yağmurda. Hiçbir zaman. Biraz yükselip büyükçe bir şeytan uçurtmasının altına sığındım. Uçmak dışında bugün yaptığım ikinci mantıklı şeydi. Yağmur dinmek bilmiyordu. Kaç yüzyıl sürecekti kim bilir? Bu sağanakta sevdiğim birkaç damla vardı elbette. Bunlardan biriydi yarım ağızla söylenmiş öldürmeme emri. Öldürmeyecektim. Ne bir insanı, ne bir hevesi. Gelişmesine, büyümesine, hareket etmesine izin veriyorsun düşünsene. Duvar örmeden, öldürmeden kalır mı ki oysa? Bu da bir ayrılık sebebiydi. Bunu da not ettim aklıma.

Çok yüksekten uçuyordum. Kanatlarım donmak üzereydi…dememi bekleme sayın okuyucu! Kanatsız uçuyorum ya, hatırlasana! Ayaklarım donuyordu. Alçalmalıydım. Bu fikri hiç sevmedim. Alçalmadan da terk edebilirdim uçmayı. Düşerek!

Comments

Popular posts from this blog

Pisi

ÇİZGİLİ ANI DEFTERİ (BİR ÇİZGİ FİLM GÜZELLEMESİ)

Fade Out (Öz gözümden)