SEN DE YAZ YAZ YAZ
Rüzgarda salınan ağaca epey uzunca bir süre baktığımda, bir
kuşun daldan ayrıldığı ana şahit olduğumda, canlandı zihnimde bunu yazmak fikri.
Kelimelerin aklımın dalından uçup gittiği ve doğru yanlış bir yerlere konduğu o
ilk zamanlardan bugüne bir yolculuk yapayım istedim. Sizi de kattım peşime.
Haydi! Yola çıkalım!
Ayna karşısında, elimde tarak yazacak halim yoktu elbette.
Her çocuk gibi ben de yazı yazmayı öğrenmeyi bekledim. Beklemek fiiliyle
yakınlığım ta o zamanlardan gelir. Çocukken, küçük bir torna atölyesinin yan
komşusunda, mizah dergileri okuduğumdan mıdır nedir uzun uzun yazmayı hiç
sevemedim. Kısa olsun, anlık olsun istedim. Kelimeleri bir an sevdim. O an o da
beni severse ne ala derdim. Buydu derdim. Orta sınıfa kadar pek bir şey yok
geçmişimde. Sık görülen hastane bahçelerindeki ağaçlar, dallar, kuşlar dışında.
Kelimeler konmuştu dala, uçmuyor bekliyordu içimdeki rüzgarı. Çocukken içinde yaprak
kıpırdamayanlar bilirler fırtına dediklerinin sonradan geleceğini. Geldi. Yazmaya
dair en belirgin hatıram Türkiye Büyük Millet Meclisi üzerine yazdığım bir
şiirdi. On üç yaşındaydım muhtemelen, 5 Nisan kararları ile nice ocaklar
sönüyordu. Birileri turuncu derili koltuklarda pişkince el kaldırıp
indiriyordu. Kim bilir ne düşündüm yazarken aşırı kafiyeden zehirleyecek kadar
güçlü didaktik o şiiri. Ardından mark ve dolara da şiir yazdığımı anımsıyorum.
Küçükken biraz salak olduğumu bunları şimdi yazarken fark ettim. Keşke Nike Air
Jordan hakkında yazsaymışım. Aynı sene içindeki bir hatıra daha canlandı
zihnimde. Türkçe öğretmenimiz bir yarışma için öykü yazmamızı
istemişti bizden. Nedense içinde bulunduğum coğrafyadan değil çok çok
uzaklardan seçmiştim ilk öykümün kahramanlarını. Spielberg gibi ödül garanti
bir hikayeci mi olmak istiyordum acaba o zamanlar? Bunu hala bilemiyorum.
Kocaman bir kitaplığı olan Alman Herr Schmidt ile okuma yazma bilmeyen,
meraklı, Yahudi bir çocuğun hikayesiydi. Yıllar sonra birtakım benzerlikler
görüp de gülümsemiştim The Book Thief’i
izlediğimde. Öyküyü yazarken nasıl özendiğimi bugün gibi hatırlıyorum. Ancak,
yazım kötüydü ve temize çekmem gerekiyordu. Çok üşeniyordum. Yine de güç bela
yaptım. Hocam geç kaldığımı, benim yüzümden arkadaşlarımın öykülerini de
yarışmaya gönderemediğini söyledi. Çok kızmıştı. Eski öğretmenlere özgü
acımasızlıkla üstüme geldi. Elimdeki tek kopyayı gözünün önünde yırttım birden.
İlk çocuğumu böyle öldürmüştüm. (Kahve molası: Kill Your Darlings izleyin bir ara. On dakika ara)
Kısa süren bir küskünlük süreci ardından yazmaya devam
ettim. Lise çağlarına yaklaştıkça 90’ların
puslu havası daha da baskın bir şekilde hissediliyordu bu esnada. Toplumsal
meselelere yapı ve çevre itibariyle uzak, içine içine bir çocuk olarak varlık –
yokluk meselesine yol aldı kelimelerim. Benimle bağlantılı, benden bağımsız. Yine
de 1968’de kantinde oturan bir genç kadar uzak kalabildim ülkede olup bitenden.
Kitapçılarını geziyordum Kadıköy’ün ve illegal, legal ne kadar yayın varsa
okuyordum gizlice. Bir yandan çizime de başlamıştım. Kağıdın bir yanında karga,
mezar, haç, puslu hava; diğer yanında sol yumruk, Filistin askısı vs. Şimdi
düşünüyorum da; umarım tek kafası karışık ben değilimdir çocukluğunun geçiş
döneminde. Yılmaz Güney’in Sanık
isimli bir hikayesini okumuştum o dönemler. Dedim “ben de benzer bir şey
yazayım”. Sinan isimli bir üniversite öğrencisi yarattım kafamda. Zaten var
olan Sinan Cemgil’den apartarak
tabii. Varlık meselesi yine hortlayınca 98-99 gibi, bıraktım peşini Sinan’ın.
Ne yaptı bilmiyorum. Umarım aziz milletimize güvenmemiştir Nurhak yamaçlarında…
Metal müzikle haşır neşir oluşumdan mıdır nedir, sonrasında pek bir içime
kapandım yine. Üstelik, bir insanı sevme çağları da gelip çatmıştı. Dünyayı
kurtaracak güzelliklerin bu denli salak olmamasını dilerdim. Hala daha dilerim
denk geldikçe. Aşk şiirleri, yazıları yazamadığımı ilk o zaman fark ettim.
Acısı olsun istiyordum. Orta Çağ Hristiyanı gibi acıdan besleniyordum. Bu
beslenme şeklinin sağlıksız olduğunu ruhumun obeziteyle savaştığı şu günlerde
anlamam ise takdire şayan olmalı benim için… Yazıyordum ama durmadan, bir
şeyler. İçimde garip bir mizahçı vardı. Kara bir mizahçıymışım, yıllar sonra
dediler bana bunu. Belki pışpışlamak, belki def etmek için başlarından. Ancak,
dediler bana bunu. Lise yıllığımda yazar, “…bir eli cebinde, bir eliyle işaret
edip meseleler üzerine konuşan…” diye. Hem didaktik, hem sıkıcıymışım demek ki
yazmadığım anlarda. Öğreten Adam ve Oğlu’ndaki
oğul olmam gerekiyordu yaşım gereği. Nereden bulaştıysam Nirvana’ya, “grunge”a, yarım yamalak öğreten adam oldum bir anda.
Kendime, kendi cenahıma. Bir de, Ana’yı
okuyup da sosyalist olma sevdası var ki onu hiç sorma. Ve Çeliğe Su Verildi, Ve
Durgun Akardı Don okusaydın ya, a şaşkın! Ve ile başlayan kitaplar güzel
oluyor sanırım. Bunu da buraya not etmiş olalım.
Üniversite zamanında, bir yandan berbat esprili karikatürler
çizerken felsefe külliyatına bata çıka ilerledim biraz. Sınıftaki insanlarla
korkularına dair konuşup “korku” üzerine yazmak üzere kalemi elime aldım
yeniden o ara. Sonra, Uludağ bahar
şenliğinde Athena konseri olduğunu öğrendiğimde o proje de ölü doğdu haliyle. İyi
şiirler yazdığımı düşündüğüm bir dönemdir 2000’li yılların başları. Farklı kelimeler,
mizahi benzetmeler, kimsenin –elbette- aklına gelmeyecek kelime oyunları…
Öfkesi içinde saklı, ergen hezeyanları. Utanıp sıkılmadan rahmetli Orhan Veli’ye dahi şiir yazdığımı
anımsarım. Yani si sevgili okur, ben bu kuyruğu yeni dikmedim. Artizliğim ta o
zamanlardan gelir. Şimdikine benzer asosyalliğimin ortasında, laboratuardan çıkıp
kitapçılara koşmamla başladı yer altı ile tanışıklığım. Neler neler. Ayrıntı Yayınları’nın, başka yayın
evlerinin nesi varsa onlar. Albino Zenciler, sevgilisini bırakıp Meksika’ya
gidenler, bir tablonun başında resim onu sevsin diye bekleyenler, açlıktan
kalemini kağıdını yiyenler, halüsinasyonuna (Tansu Çiller’e ve memleketteki tüm sevenlerime buradan selam
gönderiyorum) yaşam diyenler, 666’dan tavşan yapıp rakam artıranlar… Böyle
böyle yedim ilk gençliği. Arada sulandırıyordum yine zihnimi. Pek sevdiğim
Atilla Atalay’dan kopya bol diyaloglu piyesler yazdım. Biri öğrenci işleri
temalıydı. Ders kaydımda sorun vardı ve düzeltemiyordum. Afedersiniz o
yavşaklar yüzünden hem Besin Kimyası hem Polimer’den sınava girdim. Oturdum,
yazdım. Kendim güldüm, kendim kaybettim (yine asıl kopyasını). Bir ara yine
aşka düşmüş olmalıyım ki sevgili, ihtiraslı şeyler yazdım. Die die my darling isimli muhteşem öyküm o dönemden hatıra mesela.
Metallica seviyorum, herhangi bir Türk kızından daha fazla, bunu saklayacak
değilim. Skeç tadında hikayeler yazıp duruyordum o dönemler. Kendi kafamda
çekiyordum onları, mezun olmama bir sene vardı. Sonra…büyüdüm…sandım…
İş hayatı garipti, beklediğim gibi değildi. Beklemekle olan
aşkımı artık biliyorsunuz. Yine bekledim, iyi şeyler olsun diye. En iyi işi
bulduğumu düşündüğümde tekrar yazmaya başladım. Arada iki sene var sayın
okuyucu, dikkatini çekerim. Daha oturaklı, daha tumturaklı yazıyordum artık. “Tumturak”
kelimesini bir o zaman bir şimdi kullandım mesela. Senaryolar yazmaya, konusu
belli şeyler yazmaya başlamıştım. Dergilere yazılar gönderiyor, oyun yazarı
olmak için atölyelerle görüşüyordum. Bir dergide iki üç yazım çıktığında nasıl
gururlanmıştım anlatamam. “Oğlum, çok güzel olmuş lan yazın” dediklerinde dünyalar
benim oluyordu. Aşk hayatımın berbat gittiği, kumarda kazandığım bir dönemdi bu
benim için. Kelimeleri rastgele ortaya atıyordum ve altı altı geliyordu. En
azından bir süre… Sonra, bıraktılar beni. En çok ihtiyaç duyduğum anda.
Herkesin aynı anda elini eteğini çektiği o an nasıl düştüm bir görsen!
Kitapların hepsi yarım kaldı. Üstüne şiirimi yazdım tabii. Yarım Bırakılmış Kitaplar Mezarlığı! Düşerken kravatımı, ceketimi
giyer, saçlarımı jölelerim. Neyim eksik batan Titanik’te çalan kemancıdan. Çok
içerlediğimi hatırlıyorum o zamanlar. Yazmamanın yarattığı boşluğu neyle
doldurduğumu anlatmak istemiyorum. Yürüyebilmek için doldurmam gerektiğini
anladığınızı varsayıyorum. Yine de, barışmak için denemelerim olmuştu. Gizemli
ve Orta Anadolu tarzında “Neşet Ertaş’ı Kim Dinledi?” isimli yarım kalmış öyküm
o döneme denk gelir. Bitmemiş öykülerim çoktur kağıt üstünde. Gerçekte tamamlasın
diye gezmediğim il-ilçe kalmamışken üstelik. İki yarımın bir tam etmediği,
matematiğe aykırı bir nursuz dönem...Geçti başımdan.
30’lu yaşlarımda tüm bunları geride bıraktım. Ne ben bir
yazar olacaktım ne yazar olmamı bekleyenler en sadık okuyucum. Herkes dağıldı
sırayla. Sanki biliyorlarmış gibi sıralarını. Sonradan gelenler de bir arkadaşa
bakıp gittiler. Yazmak için motivasyonu insandan damıtırken, insan kalmayınca
kartonpiyerlere konuşur yazar oldum (Bkz: Her Yalnızlık Bir İhtilal, Robespierre, Edip
Cansever, Kartonpiyer…). Sıkıldım, sustum. Kalem de sustu benle beraber. İşte
çok yoruldum, kalem uzaktan baktı mahzun. Biraz ayrılık ikimize de iyi gelecek
diye ayrı durduk. Olduğumuz yerde, olmadık biçimlerde kudurduk. Şimdi
kavuşuyoruz yavaştan. Ağır çekimde koşuyor bana, hissediyorum. Yönetmen “tamam,
kestik” demeden iyi bir şeyler yazabilmeyi umut ediyorum.
Comments