Niki Lauda Değilim Ben
Bugün öğle yemeğine tek başıma inişimin kaçıncı günüydü, hatırlamıyorum. Merdivenlerden inerken son bir umutla etrafıma baktım ama nafile. Yemekhaneye girmeden evvel şen kahkahaları, sohbetleri duyabiliyordum. Acıktığımı unutmuştum bile. İçeri girdim ve yemeğimi alıp sessizce en uçtaki masaya oturdum. Tek başıma. Lapalaşmaya yüz tutmuş çorbaya kaşığımı sallarken kafamı hafifçe kaldırıp kısa bir süre izledim diğer masaları. Neşeli yüzler gördüm. İtalyan, İspanyol filmlerinde rastlanan gürültülü cümleler duydum. Yalan söyleyemem, çok kısa bir an üzüldüm. Sonradan yemek yemeye gelen hiç kimse yanıma oturmak istemiyor, diğer masalara fazladan bir sandalye çekiyordu. Çorba soğumuştu çoktan. Hızlıca tabldotta kalan diğer şeyleri bitirip, yerime geçtim. İşimin başına. İşimde iyiydim, bunu biliyorum. Bunu herkes biliyor.
Saçma sapan bir yerden geldim bu şehre, okumak için yıllar önce. Ardımda bana bir daha yardım etmeyeceğini bildiğim ailemi geride bırakarak. Sürekli çalışmak zorunda kaldım bu yüzden. Yerleri süpürdüm. Bir barda garsonluk yaptım geceleri. Ucuzun, aslında bedava olanın kıymetini ta o zamanlar anladım. Memleketteyken hiç düşünmezdim, bilmezdim fırsatçı nedir, yararcı nedir diye. Yirmi seneyi geçti, yine de üstüne düşünmedim tüm bu kavramların. Bedava diye viski ardından şarap içmişliğim dahi vardı gençken. Düştüğüm boşlukta tutunabilmek için dine sığındım inkar edemem. Bu seçimin ardından bedava içkinin yerini bedava etli pilavın aldığını da. Az parayla çok çalışarak geçinmeye çalışan bir insandan fazlası değildim. Peki ama kötü biri miydim?
İçkili şirket yemeklerinden birinde sarhoş olan iş arkadaşımın çantası taşımam için uzatıldığında "o kadar içmeseydi de taşıyabilseydi." dedim diye mi bu yalnızlaştırma? Merhamet etmek zorunda mıydım, kendi isteğiyle düşene? Öğle tatili bitmeden bunları düşündüm bir süre. Ardından, karım aklıma geldi. Üniversite sonrası hissettiğim yalnızlığı gideren kadın. Karnımı doyuran o müthiş yemeklerin yaratıcısı. Elbette, seks hayatımın eğlenceli, verimli yanı. Çalışmaya geçmeden önce onu düşündüm, akşam ne yemek yapacağı fikrinden hemen sonra. Bugün Perşembe idi. Mübarek günlerde seks yapılabiliyor mu biraz araştırmak istedim. Akşam herhangi bir kanalda denk gelebilirim bu bilgiye diye arama motoru sekmesini kapattım. Artık çalışmaya başlamalıydım.
Çalışmayı seviyordum. Kimseye muhtaç olmadan, yıllardır edindiğim bilgiyle bir şeyler ortaya çıkarma fikri beni mutlu ediyordu. Bildiklerimi paylaşmak ise sevdiğim bir şey sayılmazdı. Kendimce küçük bir dünyam vardı ve bunun bozulmasına sebep olacak herhangi bir kişinin varlığı/var olacağı düşüncesi beni rahatsız ediyordu. 80'lerin berbat dedektif filmlerindeki polisler gibiydim, yalnız çalışmayı severdim. Yalnızca çalışmayı...severdim. Yan odamdaki arkadaşlar yaşça küçüktü benden. Çalışırken epey eğleniyor görünüyorlardı. Bu çok saçmaydı. Ciddi bir eylemdi çalışmak. Aptallığın lüzumu yoktu. Kulak kabartmış onları dinlerken ofislerin açıldığı koridordan bir gürültü geldi birden. İş güvenliği uzmanı iş güvenliğine aykırı topuklu ayakkabılarıyla iki seksen uzanmıştı yere elindeki kahveyle. Bilgisayarın arkasından kafamı hafifçe kaldırıp baktım. Sonra çalışmaya geri döndüm. Herkes koşuşturuyordu gereksiz bir telaşla. O herkesin bildiği kadim kuralı işlettim, düşene güldüm ve devam ettim önümdeki dosyayla uğraşmaya.
Bu olayın ardından ofis neşesini yitirmiş, sessizleşmişti. Klavyelerden gelen sesler dışında pek bir şey duyulmadı bir süre. Kafamdaki ideal çalışma ortamına anlık da olsa sahip olduğum için garip bir huzur vardı içimde. Bu hissin tadını çıkarıp çalışmaya devam ederken yan odadan bir video sesi yükseldi. Genç arkadaşlar bunu gün içinde sıklıkla yapıyorlardı. Mesai saatlerinde video izlememeleri konusunda hiç uyarmamıştım onları ama rahatsızdım. Duymamı istiyorlarmış gibi sesi açmışlardı bu kez:
"If he dies, he dies...". Rocky IV'ten Ivan Drago'nun sesiydi bu. "Ölürse, ölür..." diyordu. Filmi bildiğim için tanımıştım. Emindim, bana bir şeyler işittirmek istiyorlardı. Benim ayakkabılarımı giyip yürümedikleri sürece onları ciddiye alacak değildim. Düşüncemin arkasındaydım; ilahi bir güce sığınmayan, aklı bin bir parçaya bölünmüş olan dara düştüğünde de kendi başına kalkmasını bilmeliydi. Ya da buna benzer bir şeydi. Almanya'da bir yarış pistinin ortasında, yangınlar içinde kalırsam bu benim suçum olurdu. Bir başkasının değil. Yüzümden silinen tüm ifadenin müsebbibi ben olurdum, yarıştıklarım değil. Yeterince dikkatli davranmadığım her an başıma geleceklerin sonuçlarına katlanmalıydım. Tüm o diğer insanlar, katlanmalıydı. Kader elbet vardı. Levh-i Mahfuz elbette en iyisini bilirdi. Ancak, öğretileni de es geçmemeli, cüz'i iradenin hakkını vermeliydim. Öyle de yaptım. Sırf moda diye aklı beş karış havada bu insanlara karşı diğerkâm olacak değildim.
Ya yalnızlık? Onu yaratan da ben değildim. Benden önce niceleri vardı. Benden sonra da olacaktı. Yüzüme aşk ettirilecek iki üç gülücüğe minnet edecek değildim. İşimde iyiydim. Öyle de devam etmekti niyetim. Düşersem ben düşecektim sızlanmadan. Kalkabilirsem devam edecektim...Mesai bittiğinde sessizce yürürken servise doğru şen şakrak kalabalığı başımla selamlayıp devam ettim. Bunun yavaş ama kararlı bir düşüş olduğuna emindim.
Comments