Eli...Eli...
"Yürümenin böyle bir şey olduğunu bilseydim, bacaklarımı keserdim." dedi, bacaklarını bıçakla doğrarken. Cümleye sakin girebilse çok daha aklı başında davranacağını düşündüğümden elimdeki sözlüğü gırtlağından içeri soktum. Boğuluşunu izlemek eğlenceli değildi. Çarmıha gerilmiş gibi gergin duruyordu karşımda. Etten bir gergef, çırpınan bir yaraydı. Az biraz yer kalmış ağız boşluğundan kelimeler yuvarlanıyordu yere. Böyle durumlarda, kelimeler yuvarlanırdı genelde. Veyahut sürü klenirdi. Yine de bu dediğime çok itibar etmemek gerekir. Kulağımı ağzına yaklaştırdım. "Eli, Eli..." diyordu. Elimi uzattım. Ayağıyla itti beni. Başını yukarı kaldırdı. Aramice başladığını Türkçe devam ettirdi. "...beni neden terk ettin?" Konu ben değildim, anladım. Gökten saz takımıyla bir çilingir sofrası indi o esnada. Klarneti üfleyen çok kötü bir bakış attı bana. Ruhuma üfledi taksimi. Bir elinde buz kovası olan, susuz domuz sıkısı uzattı...Bana...Solist olan şark...