ÇİZGİLİ ANI DEFTERİ (BİR ÇİZGİ FİLM GÜZELLEMESİ)



Alice’in keki masanın üstünde duruyordu. Bir ısırık, yalnızca küçük bir ısırık uyutmaya yetti seni. Uykun ağır, uyandıramam. Algı kapıların ardına kadar açık, anlatmadan duramam. Gitmeden, eteğimdeki taşları kenara bir yere bırakmak seni ağırlaştırmayacak. Korkma! Süslü soslu şeyler değil söyleyeceklerim. Yaşayabildiğim(iz), yaşamayı beceremediğim(iz) şeylerden bahsedeceğim. Resimli, animasyonlu örnekler vereceğim, iz bırakmak için. Her geri dönüşte bir süre kalman için anılar denizinde, renk renk karakterlere bürüyeceğim hem seni hem kendimi. İki boyutlu fonlarda hatırlanacak her şey bundan sonra. Dinlemelisin…

İsli-puslu, kirli yeşil mekanda, şirin çileği- votka karışımının su gibi tüketildiği herhangi bir akşam, aynanın önünde beyaz berenin altındaki saçlarınla oynarken gördüm seni ilk kez. Tıklım tıkış barda tek kadındın o an. Her zaman gelen tanıdık yüzler arasında tektin. Yüzünde mavi ağırlıklı bir makyaj, saçında bir mevsim çiçeği, duruyordun öylece. Dışarıdan bir el koymuştu seni o erkek egemen kalabalık içine sanki. Yabanlığın o denli belirgindi. Güzelliğin de öyle. Sen, etrafını çevreleyen çeşitli yeteneklere sahip onlarca “Şirin” arasında, tüm derdi çiçekler olan “Şirine” idin. Hemen hepsi beyaz pantolon üstü mavi tişört giymiş erkekler sıra ile meziyetlerini sundular sana. Biri şiir yazdı oracıkta, okudu. Kafiye fakiri şaire aynı anda güldük. Ardından, kaslı olanı yaklaştı yanına. Bir hareketle masayı ikiye böldü. Bu sırada “Hepsini döverim. En güçlüyüm ben. Gözüne gözüne vururum, yaparım..” diyordu. Elinle kenara ittin... Sonra diğerleri de elendi sırayla. Karikatürünü çizene, sana şarkılar söyleyene, şirin çileği pastası yapana, Barok dönem mimarisi hakkında nutuk çeken ukala “Şirin”e, hiçbirine şans tanımadın. Ben karmaşadan sıyrılmış kenarda homurdanıyorken, yanıma geldin.

Oysa ben hazır değildim sevmeye, sevilmeye. Yıllarca Tenten gibi koştum kariyer peşinde, bir oraya bir buraya. Köpeğim yoktu ama cebimde her daim bir paket “Fındık” bulunurdu. İşten eve bir yaşamın ortasında maceralarım dünyanın çeşitli yerlerinden gelen kartpostalların arkasında yazılanları okumakla sınırlıydı. Kadın değmemiş ruhuma bir bekar evi dağınıklığı hakimdi. “Gelme” diye yalvaran gözlerle baktım sana bu yüzden. “Bırak! Dağınık kalsın ortalık” dedim. Duymadın beni. Asma kat merdiveninden döne döne geldin. Heidi gibi sevimliydin. Sevmeyi öğreteceğini söyledin. Elimi tuttun, “Haydi!”dedin. Üstüne boya dökülmüş seni, kendi türümden sandım, kokarca Pepe Le Pew  gibi takıldım peşine. Bile isteye dolaştık seninle şehrin dar sokaklarını. Dar geldi açık hava, gökyüzü dar geldi de sığamadık. Heyecanlıydık, toyduk. Tartışmalara doymadık. Fikir aynılıkları tahmin edilenden de fazla yoruyordu bizi. Yediğimiz, içtiğimiz, sövdüğümüz, sevdiğimiz aynıydı da sevmelerimiz farklıydı. Hatırla! Güneşli Pazartesileri beni sevmemelerini, Salıları Cumalara ertelemeni hatırla. Winnie the Pooh’un bal kavanozu ile yaşadığı aşkın benzerini Arjantin bardağa duyduğun anlarda yüzüme yerleşen ifade silinmesin aklından. Dimağında birikenleri etil alkol ile yıkadığın saatler, günler, aylar boyu, Elmyra’dan feyzaldığın hırçın sevmelerinle defalarca diriltip öldürdüğün bu yüzü hatırla…  

Unutma! Zamanın merhameti yok. Camdaki buğu gibi siliyor telaşlı sevmeleri. Büyütüyor, öğütüyor önüne geleni. Bana olan da buydu… Zamanla… Ağırlaştım, demlendim, durdum. Sen koşuşturmanın tadını henüz almışken hem de. Bu haldeyken ben, senin için, sırtında çantayla Erasmus destekli seyahatler yapan Clementine’in  balonu olabilirdim ancak. Korumak, kollamak asi ruhunu… Tüm yapabileceğim buydu şimdi. Reddettin. Olay mahallini hızla terk ettin. Dünya epeydir yuvarlaktı ve aynı yönde koştukça -biliyorum- yine buradan, tam önümden geçecektin. Türlü edebi numaralar çevirebilen Coyote idim ben. Hazırladığım tuzaklar içinde bekliyordum seni. Geldiğinde, elektromanyetik bir mıknatısla tutacak, bırakmayacaktım seni.
Öyle olmadı. Giden ile gelen arası mesafe sandığımdan fazlaydı. Halinde, tavrında sana değmiş insanlara ait gedikler vardı. Kelimelerle kapatamadım onları, örtemedim üstlerini. Hava aldıkça ruhun, test kitabı üstündeki sosyal bilgiler sorusunun şıklarından biri oldum senin için. Tercih edilebileceklerden biriydim. Ama galiba, başına buyruk Şeker Kız Candy’nin asi ruhlu liseli aşkı değildim. Yine de çizmedin üstümü. Soruyu pas geçtin. Oyun arkadaşındım senin, bırakamadın. Ben her bırakmaya meyledişimde, döndüğümde başka yüzlere, çıktın ortaya aniden. Oyun oynamaktan sıkılmış Tom’a kendini hatırlatan Jerry oldun böyle zamanlarda. Bıkmadın benliğimdeki peyniri yemeye. Sen kaçtıkça kovalayayım istedin. Yapamazdım. Serotonin salgılarım donmuştu, yaşlanmıştım. “ N’aber arkidiş” dedikçe Buggs Bunny, sinirden tüfeğini yiyen Elmer Fudd’dım. Bundandır, zarar görmeyesin diye, sana artık Neverland kadar uzaktım.

Uykunun en tatlı yerinde bitiriyorum sözlerimi. Sabah olduğunda göremezsen beni yanında, üzülme. Gitmemi isteyen sendin. Ben sadece ipleri kesiyorum. Yörüngesinden kopmuş elektron gibiyim çekim gücüne inat. İçim rahat. Rüyandan çalmıyorum giderken. Eksildiğini, aldandığını düşünüp de kızma bana. Kulağına “Ama haksızlık bu, öyle değil mi?” diye fısıldayan Calimero’yu dinleme. Her bölüm/an/gün hata yapmak yıpratır insanı. Bundan/benden sonrası için onun seni ayartmasına izin verme!

                                                                                       Deniz Akyuz 12.02.09

Comments

Popular posts from this blog

Pisi

Fade Out (Öz gözümden)