DÜŞÜNÜYORUM, ÖYLE İSE WARUM?*

Düşünüyordum…Öylece…Hiçbir şey yapmadan. Önümde; şöyle ucuzundan bir paket sigara, çok kullanılmış bir çakmak ve plastik bardakta önceki günden kaldığı hayli belli olan katran karası çaydan oluşan az aksesuarlı masa ve hiç tanımadığım, tanıyıp da anlamadığım onlarca kişinin içinde. Düşünüyordum sadece… Sistemsiz, istemsiz öylece, saatlerce… Kimsenin bilmediği yerleri düşünüyordum. Sonra, -eğer varsa- orada yaşayanları ve yaşadıkları yer hakkında orayı bilmeyenlerden daha mı çok şey bildiklerini düşünüyordum. Aynı akıbeti mi paylaşıyorum ki ben onlarla? İçinde var olmaya çabaladığım bu metropolümsü şehir hakkında daha dün Haydarpaşa’dan, sıkıntılı bir yolculuk sonrası, şehre giriş yapmış ve ilk gelişinin heyecanını valizinden çoktan çıkarıp rehber diye ceketinin cebine sokuşturmuş “herhangi bir yer”liden daha mı fazla bilgiye sahiptim sanki?
Yaşadığım şehir büyük. Yaşadığım şehir gereksiz ayrıntılarla dolu. Bildiğim; çocukluktan beri bir şehir bu yaşadığım. Burayı tasvir için bir benzetme yeterli olacaktır ve olur da: Bu şehir estetikten bihaber ellerce dekore edilmiş bir akvaryum gibi. Daha yapım aşamasında kondurulmuş Ayasofya, Galata Kulesi, Kız Kulesi, Süleymaniye v.b. şaheserleri dışında hepsi hepsi dibi çakıl taşlarıyla dolu koca bir akvaryum. Bir de akvaryuma doldurulan su var ki, o da biraz Marmara Denizi olsun biraz da durmaksızın yağan yağmur(yazıyı sonbaharda okuduğunuzu varsayarak)…Ve ben tüm bu saydıklarımdan başka ne gösterebilirim ki akvaryumun toy balıklarına? Bunların hepsi çoğu kartpostalın romantik arka planı değil mi ki zaten? Ya yeni balık çıkıp derse: “Söyle bakalım yeğenim, şu çakıl taşlarının altında ne yaşamlar gizli?”..Ne söylesem boş… “O taşların altında uyumsuzlar var” diyemem ki karşımdaki rehberliğe susamış yolcuya. “Bilmiyorum!” demek en iyisi sanırım. Bilmiyorum ama gerçekten, kendimden başka hangi suni anarşistin hangi çakıl taşı altında ikamet etmekte olduğunu. “Yalnız kendimle ilgileniyorum şu aralar. Sen git de bir tura yazıl amca!”… Ben yalnız kendimi düşünüyordum.
Düşünüyordum öylece… İstemsiz, sistemsiz düşünüyordum…Sistemsiz düşünmenin iyi yanı, konudan konuya -aradaki uçurum ne kadar derin olursa olsun- atlayabilmekmiş galiba. Alt ben ile üst ben arasındaki bu yersiz yurtsuz sohbette konuyu kolayca değiştirebiliyordum. Taraf tutmakta oldukça serbesttim, “var oldukça” serbesttim.. Bir süre sonra ara verdim düşünmeye. Gözlerimdeki bulanıklık kayboluyordu ve ben, ne kadardır işgal ettiğimi hatırlamadığım tahta masaya göz gezdiriyordum. Üst ben, sigara paketini iyiden iyiye boşaltmış duman altı zehir yüklemesi yaparken; alt ben, ilk sigaranın içildiği mekanlarda, sigaranın ciğere tam ulaşmadan dışarıya üflenen acemi dumanını paylaşan insanlarla röportaj halindeydi. Sahi ilk sigara lisede içilmişti değil mi? Hatırlıyor musun bir gün lisede…Eeeeh.. Kurtulamadık gitti şu kravatlı geçmişten… Yeniden dalıyordum düşünmeye, tüpsüz şnorkelsiz. Vurgun yeme olasılığım vardı, inancım yoktu…
Düşünüyordum öylece…Başka bir kenti.. İçinde “bir”in, yılın bazı zamanları benle beraber “iki”nin yaşadığı kenti. Kışları iktisaden ve siyaseten karlı; yazları plajsız, sahilsiz, efkarlı geçen kenti düşünüyordum. Gitmemin ihtimal, kalmamın ise duyusal ve duygusal intihar olduğu; her daim Hilal-i Ahmer çevresindeki kafelerinde karşı cinslerin türler ve hatta familyalar oluşturmak için dersi astıkları Anadolu coğrafyasının ağır abisi bu kenti sensizken düşünemiyordum yine de. Sensizkent yavan, yalnız geliyordu bana… Sensizken kayboluyordum düzenler kentinde. Orada burada, iki adımda bir yer soruyordum,kime gideceğim gün gibi aklımdayken ama nereye gittiğimi bilmeden. Birbirinden farklı tarifler savururken beni biraz da çelimsiz vücuduma esen sert rüzgarın etkisiyle semtten semte, sana ulaşmayı düşünüyordum yalnızca. Sonra birden sıhhiyeler yetişiyordu çocuksu kayboluşumun yaralarını sarmaya. Sırtımı ortada duran şekilsiz heykele verip 10 dk. kadar yürürsem sana ulaşacağımı söylüyorlardı. Doğru muydu peki?
*warum Almanca niçin demektir. Yazarın ruh haline filolojik açıdan güzel bir vurgu yaptığı için kullanılmıştır. Art niyet arama hakkı saklıdır.
Düşünüyordum…Öylece…Sana ulaşmak bu kadar kolay mıydı? Gözlerinin içine bakmak, elini tutmak belki bir an, anlattığına gülmek, güldüğünü anlamak olası mıydı? Ayıp olur muydu geçmişe? Birinci çoğul herhangi bir geleceğin bahsi geçebilir miydi? Bilmiyordum..hiçbir şeyi.. Sadece düşünüyordum… Yaşadığın kenti düşünüyordum. Aslında kent bahaneydi. Yol üstünde bir tekel bayisinin en kuytu köşesinde birkaç yıl bekletilmiş Angora şarabının şişesinde istediğim yere taşıyabilme olasılığını düşünüyordum seni, başından beri. Daha şişenin mantarı açılmadan sarhoş olup, kadeh kadeh içip de sızamamayı düşünüyordum. Koltuğumun altında, sigara içilen vagonda götürürken seni şişe içinde, şarabın hiç bitmemesini, yudum yudum içimin Angora dolmasını istediğimi düşünüyordum…
Düşünüyordum…Öylece…Sana ve seni bıraktığım kente veda etmediğimi, giderken şöyle sıkıca, utanmadan, dakikalarca sarılmayı unuttuğumu düşünüyordum. Muazzam bir sırayla yapılması gereken işlerim olmadığına göre şöyle tumturaklı bir veda edebilirdim. Hala daha edebilirim..sanırım.. Auf wieder sehen o zaman..Hani Almanlar der ya ‘hoşça kal’ manasında. Afedersin o zaman, tüm başlayamayacak şeylere zoraki veda ettiğimi gördüğünde…….İşte saatlerdir beynimi işgal eden, bitkin düşüren tek faaliyet buydu. Yalnızca buydu, tüm benliğimin bir kafe sandalyesinde hapsolmasına sebep olan… Düşünüyordum…Öylece…İstemsizce…Seni…
Yaşadığım şehir büyük. Yaşadığım şehir gereksiz ayrıntılarla dolu. Bildiğim; çocukluktan beri bir şehir bu yaşadığım. Burayı tasvir için bir benzetme yeterli olacaktır ve olur da: Bu şehir estetikten bihaber ellerce dekore edilmiş bir akvaryum gibi. Daha yapım aşamasında kondurulmuş Ayasofya, Galata Kulesi, Kız Kulesi, Süleymaniye v.b. şaheserleri dışında hepsi hepsi dibi çakıl taşlarıyla dolu koca bir akvaryum. Bir de akvaryuma doldurulan su var ki, o da biraz Marmara Denizi olsun biraz da durmaksızın yağan yağmur(yazıyı sonbaharda okuduğunuzu varsayarak)…Ve ben tüm bu saydıklarımdan başka ne gösterebilirim ki akvaryumun toy balıklarına? Bunların hepsi çoğu kartpostalın romantik arka planı değil mi ki zaten? Ya yeni balık çıkıp derse: “Söyle bakalım yeğenim, şu çakıl taşlarının altında ne yaşamlar gizli?”..Ne söylesem boş… “O taşların altında uyumsuzlar var” diyemem ki karşımdaki rehberliğe susamış yolcuya. “Bilmiyorum!” demek en iyisi sanırım. Bilmiyorum ama gerçekten, kendimden başka hangi suni anarşistin hangi çakıl taşı altında ikamet etmekte olduğunu. “Yalnız kendimle ilgileniyorum şu aralar. Sen git de bir tura yazıl amca!”… Ben yalnız kendimi düşünüyordum.
Düşünüyordum öylece… İstemsiz, sistemsiz düşünüyordum…Sistemsiz düşünmenin iyi yanı, konudan konuya -aradaki uçurum ne kadar derin olursa olsun- atlayabilmekmiş galiba. Alt ben ile üst ben arasındaki bu yersiz yurtsuz sohbette konuyu kolayca değiştirebiliyordum. Taraf tutmakta oldukça serbesttim, “var oldukça” serbesttim.. Bir süre sonra ara verdim düşünmeye. Gözlerimdeki bulanıklık kayboluyordu ve ben, ne kadardır işgal ettiğimi hatırlamadığım tahta masaya göz gezdiriyordum. Üst ben, sigara paketini iyiden iyiye boşaltmış duman altı zehir yüklemesi yaparken; alt ben, ilk sigaranın içildiği mekanlarda, sigaranın ciğere tam ulaşmadan dışarıya üflenen acemi dumanını paylaşan insanlarla röportaj halindeydi. Sahi ilk sigara lisede içilmişti değil mi? Hatırlıyor musun bir gün lisede…Eeeeh.. Kurtulamadık gitti şu kravatlı geçmişten… Yeniden dalıyordum düşünmeye, tüpsüz şnorkelsiz. Vurgun yeme olasılığım vardı, inancım yoktu…
Düşünüyordum öylece…Başka bir kenti.. İçinde “bir”in, yılın bazı zamanları benle beraber “iki”nin yaşadığı kenti. Kışları iktisaden ve siyaseten karlı; yazları plajsız, sahilsiz, efkarlı geçen kenti düşünüyordum. Gitmemin ihtimal, kalmamın ise duyusal ve duygusal intihar olduğu; her daim Hilal-i Ahmer çevresindeki kafelerinde karşı cinslerin türler ve hatta familyalar oluşturmak için dersi astıkları Anadolu coğrafyasının ağır abisi bu kenti sensizken düşünemiyordum yine de. Sensizkent yavan, yalnız geliyordu bana… Sensizken kayboluyordum düzenler kentinde. Orada burada, iki adımda bir yer soruyordum,kime gideceğim gün gibi aklımdayken ama nereye gittiğimi bilmeden. Birbirinden farklı tarifler savururken beni biraz da çelimsiz vücuduma esen sert rüzgarın etkisiyle semtten semte, sana ulaşmayı düşünüyordum yalnızca. Sonra birden sıhhiyeler yetişiyordu çocuksu kayboluşumun yaralarını sarmaya. Sırtımı ortada duran şekilsiz heykele verip 10 dk. kadar yürürsem sana ulaşacağımı söylüyorlardı. Doğru muydu peki?
*warum Almanca niçin demektir. Yazarın ruh haline filolojik açıdan güzel bir vurgu yaptığı için kullanılmıştır. Art niyet arama hakkı saklıdır.
Düşünüyordum…Öylece…Sana ulaşmak bu kadar kolay mıydı? Gözlerinin içine bakmak, elini tutmak belki bir an, anlattığına gülmek, güldüğünü anlamak olası mıydı? Ayıp olur muydu geçmişe? Birinci çoğul herhangi bir geleceğin bahsi geçebilir miydi? Bilmiyordum..hiçbir şeyi.. Sadece düşünüyordum… Yaşadığın kenti düşünüyordum. Aslında kent bahaneydi. Yol üstünde bir tekel bayisinin en kuytu köşesinde birkaç yıl bekletilmiş Angora şarabının şişesinde istediğim yere taşıyabilme olasılığını düşünüyordum seni, başından beri. Daha şişenin mantarı açılmadan sarhoş olup, kadeh kadeh içip de sızamamayı düşünüyordum. Koltuğumun altında, sigara içilen vagonda götürürken seni şişe içinde, şarabın hiç bitmemesini, yudum yudum içimin Angora dolmasını istediğimi düşünüyordum…
Düşünüyordum…Öylece…Sana ve seni bıraktığım kente veda etmediğimi, giderken şöyle sıkıca, utanmadan, dakikalarca sarılmayı unuttuğumu düşünüyordum. Muazzam bir sırayla yapılması gereken işlerim olmadığına göre şöyle tumturaklı bir veda edebilirdim. Hala daha edebilirim..sanırım.. Auf wieder sehen o zaman..Hani Almanlar der ya ‘hoşça kal’ manasında. Afedersin o zaman, tüm başlayamayacak şeylere zoraki veda ettiğimi gördüğünde…….İşte saatlerdir beynimi işgal eden, bitkin düşüren tek faaliyet buydu. Yalnızca buydu, tüm benliğimin bir kafe sandalyesinde hapsolmasına sebep olan… Düşünüyordum…Öylece…İstemsizce…Seni…
Comments