SUSUZLUK

Her zamanki gibi çalar saati beklemeden uyandığımı zannettim rahat yatağımda. Ama gece kabus görmüş olmalıydım ki rahat değildim. Her yanım ağrıyordu, ruhum da daralmıştı. Gözlerimi ovuşturup, pencereden ayın kayboluşunu izleyecektim ki öylece kalakaldım. Ortada ne pencere vardı ne de kaybolmakta olan bir ay. Güneş yüzümü yıkıyordu ve hatta sabahın erken saatleri olmasına rağmen yüzümü yakıyordu. Sabahın erken saatleri olduğuna emindim çünkü önceki gün yine 9 dan önce uyumuştum. Çalışma günlerimde sosyal yaşamı öldürme pahasına uyku düzenime çok dikkat ederdim. “Aferin”di bana…

Rahatsızlığım iyice artmıştı. Yastığımı biraz daha kabartıp işe gitmeden önce biraz daha uyuyayım dedim. Elimi attığımda çatlamış toprak parçası doldu tırnaklarımın içine. Yatağım da aynı kurak, sarı-kahverengi topraktı. Odamda uyanmadığımı anlayacak kadar zekiydim. Kalktım. Üstümde bir tişört ve şort vardı, buna rağmen terliyordum. Yüzümü tişörtüme sildim. Etrafa göz gezdirdim. Gözümün ilk seçebildiği küçük, kara bir çocuk olmuştu, annesinin kucağında. İki üç yaşlarında olmalıydı ama çok daha küçük gösteriyordu. O kadar sağlıksız görünüyordu ki teninin karalığı bile yüzünün solukluğunu saklayamıyordu. Yanına doğru yürüdüm, gözlerine baktım. Gözlerinin önünde kalın şeffaf bir tabaka vardı sanki, göz rengi seçilemiyordu. Ne beyazı beyazdı gözlerinin ne siyahı siyah. Küçücük yüzünün yarısını kaplayan dudakları annesinin kuru sütten kesilmiş memesine yapışmıştı. Kenarları kurumuştu dudaklarının susuzluktan. Gözleriyle kendisine deney faresi muamelesi yapan beyaz adama korku dolu bir ifadeyle bakıyordu. Kaç gündür yemek yemiyordu? Kaç gece susuzluktan bitkin düşüp uyumak zorunda kaldı? Kim bilir? Ancak, garip bir şekilde dirençli görünüyordu. Ağlamamış gibiydi tüm yoksunluğuna rağmen. Ağla be küçük! Altın saçlı, pembe suratlı “Yeni Kıta”lı muadillerin mamanın içindeki eksik vitaminler için dahi gün bitene kadar ağlarken sen niye susarsın ki? Susma, susadığına ağla!

Ağlatamadım bir türlü koca gözlü kara çocuğu. Dik dik suratıma bakarken ilk ben gözlerimi kaçırdım ondan. Benim hiç olmadığım kadar güçlüydü. Korktum ondan, baş edemeyecektim. Öte yandan, benim de fazlalıklarım vardı ama. Üstümde şu anda bulunan eskimiş kıyafetler bile markaydı. Suyumu değil kuyudan şehir şebekesinden bile içmiyordum. Şişelenmiş sularla gideriyordum susuzluğumu. Yemeğimi her gün başka bir yerde yiyordum. En pahalı şarapları yarısına kadar içip kalanını döküyordum. Ben de güçlüydüm. Ben de! Dalmıştım galiba kendi egomun derinliklerine. Çocuğundan ancak 25-30 kilo daha şişman annenin kulağa kötü yazılmış şarkı gibi gelen bağırtısıyla kendime geldim. Kara çocukla güç yarıştırıyordum ondan habersiz. Aptallaştırmıştı tüm bu olanlar beni. Tüm konforumu bir gün içinde kaybetmem, standartlarımın kuru toprağın çatlaklarından kayıp gidişini görmek öfkelendirmişti beni. Kara çocuğu sorumlu tutuyordum tüm bu olanlardan. Bu arada, anne hala bağırıyordu bana. Eliyle dünyanın her yerinde “çekil, git!” manasına gelen hareketler eşliğinde sesini giderek yükseltiyordu. Gidemiyordum bir yere. Ayaklarım benden ayrılmıştı sanki. Yalnızca bakıyordum yüzüne. Derin yarıklar oluşmuş yüzünden toz toprakla birlikte açlığı, çektiği acıları, bana olan başlarda nedensiz şimdi haklı öfkesi akıyordu. Kara çocuğu hakir gördüğümü düşündü. Kısmen halkıydı. Ama tüm saldırgan tavırlarım kıskançlığımdandı. Dayanamamıştım o küçücük kara bedenin içindeki kocaman yüreğin dünyaya meydan okuyan haline. Güçlü olamazdı bu kadar. İlkel kabilelerde zayıf beden zayıf karaktere eşti. Bedenen güçlü olan kazanırdı hep. Ben de yağ oranı açısından kara çocuğa oranla 5-10 gömlek üstündüm. Ama o, geleneklerine ihanet ediyordu.
Beni, karşısındaki kocaman bedeni bir bakışıyla serseme çeviriyordu. İnsan yanımı çoktan 30 mandal bir leğen karşılığında nayloncuya satmıştım. Ben epeydir yalnızca bir “beden”dim. Kara çocuk bende var olmayan “insan yanım”dı.

Hayatta her istediğime sahip olmanın verdiği yapay özgüvenle kara çocuğu annesinin memesinden koparmam gerektiğini düşünmeye başladım. Hem böylece içimde huzur ve güven ortamı yaratabilecektim. Kendimde olmayanı parayla alamazdım bu defa. Çalmalıydım. İnsanlığa susamıştım ve susuzluğumu gidermeliydim. Tüm bunları planlarken anne, bağırtılarını azaltmış eliyle itmeye başlamıştı beni. İtilip kakılmaya alışık değildim, sinirlendim. Bana doğru bir kez daha hamle yaptığında kolunu çevik bir hareketle kavradım ve aşağıya doğru büktüm. Derinden bir “çıt” sesi duydum o anda. Kolunu kırmıştım annenin.
O anda acıyla geri çektim kendimi. Canı yanan bendim sanki. Anne ise alnında çoğalan boncuk boncuk terleri saymazsak belli etmiyordu acısını. Hissetmiyor gibiydi. İfadesi beni ilk gördüğü andaki gibiydi. Kolunu kırdığım için daha fazla nefret etmiyordu benden. O da kara çocuk gibi güçlümüydü? Yanılmıştım. Anne de her büyük insan gibi yılgındı ve daha az dayanıklıydı. Kırık kolu yavaşça bırakıverdi kara çocuğu. Çocuk şimdi annenin memesine asılı duruyordu havada. Diğer koluyla çocuğu kavramaya hazırlandığı sırada o kolunu da şiddetle çevirdim sola doğru. Bir kez can yaktım, zalimlik yaptım ya sonrası istatistikti yalnızca yukarılarda bir yerlerde kayıtlara geçecek olan. Katmerlenmiş acısı gözyaşı olup belirdi bu kez. Artık mümkünü yoktu tutamazdı kara çocuğu kollarında. Çocuğu anneye bağlayan şey kocaman kara çocuğun kocaman dudaklarıydı artık sadece. Ayırmak çok kolaydı şimdi onları. Gücümü topladım ve tek bir hareketle çocuğu anneden kopardım.

Kucağımda kafası bir sağa bir sola düşen kara çocukla anneden hızla uzaklaşıyordum. Annenin feryatları kulaklarımı parçalıyordu . Aramızdaki mesafe artıyordu. Ama ses şiddetini koruyordu. Anne kollarının acısından ses çıkarmamıştı, şimdi kara çocuğun ardından haykırarak ağlıyordu. Onu duyamayacağım kadar uzaklaşmak için hızımı arttırdım. Kara çocuk yaptığım zalimliği sezecek kadar büyüktü. Omzumu dişlemeye başlamıştı. Acı çekme sırası bendeydi galiba. Canımı fena yakmıştı. Yine de kaçmayı sürdürdüm. Seslerin kesildiğini anladığım anda durdum. Soluk soluğa kalmıştım. Kara çocuğu toprağın üzerine bıraktım ve hala sızlayan omzumu ovdum. Nefes alışlarım düzene girip, nabzım yavaşladığında yerde tepinen kara çocukla göz göze geldim bir daha. Kocaman gözlerinin akı sarıdan kırmızıya dönmüştü. Öfkesi daha belirgindi. Yapabilse beni orada öldürecekti biliyorum. Ama çaresizdim, güçsüzdüm. Her şeyimle güçlü olmak için ona ihtiyacım vardı. “İnsan” olmayı öğrenemezdim bu saatten sonra. Ondan faydalanacaktım. Yavaşça yerden kaldırdım onu. Kirli , çökmüş avurtlarına öpücük kondurup göğsüme doğru bastırdım onu. Debeleniyorken kucağımda içime doğru sokmaya çalışıyordum. Susamıştım insan olmaya ve beslenebileceğim tek kaynak bu kara çocuktu. Direnmeyi kesmişti çocuk. Çırpınmıyordu artık kollarımda. Kaburgalarımı kırma pahasına bedenime aldım onu. Bedenim daha “insan”dı şimdi. Ruhunu yakalayamamıştım, uçup gitti yukarı doğru gözlerimin önünde. Ruhum susuz kalmıştı. Anlaşılan boşuna harcamıştım küçük kara çocuğu. Yaptığımdan yanıma kar kalan onun gözleriyle bakabilmekti dünyaya. Her şey bambaşka görünüyordu. Dudaklarım kurumaktan çatlamış, susamıştım. Dünyanın tüm su kaynaklarını tüketebilirdim. Fakat hala tam anlamıyla “insan” değildim. Başaramamıştım. Kara çocuk ölmüştü…

Comments

Popular posts from this blog

Pisi

ÇİZGİLİ ANI DEFTERİ (BİR ÇİZGİ FİLM GÜZELLEMESİ)

Fade Out (Öz gözümden)