o geri geldiğinde


O gittiğinden beri bekliyordu. Gidişinin yarattığı boşluk kapladıkça odayı, hasreti daha da bileniyordu. O’nun terk ederken tüm söyledikleri bir bıçaktı ve kafasının içinde sağlıklı kalan birkaç düşünceyi de yontuyordu sanki. Akıl sağlığını iyiden iyiye kaybetmişti ve kendini o geri geldiğinde yapacağı zehir zemberek konuşmaya hazırlıyordu. Nazım gibiydi hasretliği. Omuz başı o gittiğinden beri boştu, acıyordu. Doğaldı. Çünkü gitmesin diye elini sıkıca kavramıştı o’nun. Ama o, daha dirayetliydi, söküp götürdü hem sağ kolunu hem kara ufacık bedenini. Bedeniyle beraber bavula özenle yerleştirilmiş anılardan, ortak geçmişten bahsetmek bile istemiyordu. Güzel günlerdi onlar ve tüm iyi şeyler gibi fotograf albümlerine hapsolmaya mahkumdu…Bekliyordu…Gelecekti bir gün. “Geldiğinde iyi olmalıyım. Fark edebilmeli onsuz da ayakta durduğumu” diye düşündü. Ancak düşüncelerini uygulayacak isteği belli belirsizdi. Çaba sarf etmek, hem de kendi cinsinden olmayan biri için basitlikti. Kendi için ise bencillik ve hırs. Böyle inandırmıştı kendini. O halde yalnızca bekleyecekti ve hazırlanacaktı tüm söyleyeceklerine. Oturduğu, yattığı, yemek yediği odayla ilgili her hangi bir düzenlemeye gitmesine gerek yoktu. Belki yerdeki çöpleri toplayabilir, küllükleri boşaltabilir ve bir de içki şişelerini nakde çevirebilirdi. Planın şişelerle ilgili kısmı canını sıkmıştı. Düzenli içen düzensiz yaşam formları bilirler ki gece vakti “Tekel Abi” den onlarca şişe karşılığı para istemek yaşanabilecek en aşağılık durumdur. O para derhal dolu, şirin, kahverengi şişeciklere dönüştürülmelidir. İşte bu alkolik geri dönüşüm yüzünden şişeleri olduğu gibi bırakmaya karar verdi. O geldiğinde ayık olmalıydı. Ne söylediğini bilmeli, o’nun ne söyleyeceğini duymalıydı. O kadar yoğunlaşmalıydı ki üzerine, söyleyemeyeceklerini dahi duymalı, anında karşılık verebilmeliydi.

Bir süre sonra sadece düşünceler arası gel-gitlerden de bir yere varılamayacağını anladı. O geldiğinde tam anlamıyla içinden ne çıkacağı bilinmeyen hediye paketi gibi hazır olmalıydı. Çünkü metal bir resim çerçevesi veya ucunda balerin dönen müzikli kutu beklentileri hiç karşılamıyordu. Onun için hazırladığı hediye paketinden yalnızlık sonrası buhrandan başka somut yaşam belirtileri çıkmalıydı. Sokağa çıkıp temiz hava depolamak zor geldiğinden ev içi faaliyetlere yönelmeliydi. Derginin birinde yıllar önce okuduğu bir çalışma aklına gelmişti. Oturduğu, yattığı, uzandığı, seviştiği, ağladığı koltukta her günün aynı saatinde oturup o günkü ruh halini fotograflayacaktı. Böylece duygusal eğrisinin günbegün nasıl tavana vurduğunu belgelemiş olacaktı. Bu asgari hareketli performansa bir ay dayanabildi ancak. Gerçi biraz daha devam edebilirdi ama sonucu onun görmesinden çok kendi için istediği belliydi. Bu yüzden yarıda kesti deneyini. Bir aylık çalışmayı karanlık odada banyo etmeyi isterdi ama ne yazık ki aşık olduğundan beri teknoloji çok ilerlemişti. Resimleri bilgisayara aktarmak mümkündü.. Bilgisayarı açtığında e-posta kutusu patlamış, ‘forward’lanmaktan yıpranmış Yiğit Özgür karikatürleri, ‘Bir çin falına göre…’ içerikli mesajlar kanlı beyin parçaları gibi ortalığa dağılmıştı. Bilgisayarının dış dünyaya açılan kablosuna ayağıyla basıp veri akışını durdurdu. Kangren olan modemi söktükten sonra resimleri kontrol etmeye başladı. İlk günler yaptığı şeyin farkında olduğundan yüzünden özgüven damlıyordu. Bakışları ‘the eye of the tiger’ çalıyordu. Sonraki günler bu olağanüstü! sanatsal çalışma bir devlet memurluğu sıradanlığı ve sıkıcılığına dönüşmüş görünüyordu. Yüzünde, gözünde –bazı günler alt dudak çevresinde biriken fıstık ezmesi veya cart kırmızı rujları saymazsak- bir değişiklik yoktu. Tam 21 gün aynı umutsuz, boş vermiş, uykulu ifade yüzünde konuşlanmıştı. Koskoca üç hafta insan aynı ruh halini giymezdi ki canım! Bu katatonik halden bir insanın etkilenmesi mümkün değildi. Beğenmedi yaptığı çalışmayı. Bir ‘delete’ tuşuna kurban etti acımadan 30 günü. Daha başka bir şey yapmalıydı. En sevdiği yemek? Hayır, bu çok Fransız filmi olurdu. En sevdiği saten çarşaflar ve yenilebilir iç çamaşırları? Bu da olmaz. Çok Amerikanvari ve salakçaydı…Ne yapmalıydı o zaman?

Müzik…İyi fikirdi. En sevdiği değil ama en nefret ettiği müzikler… Kıyıda köşede ne kadar tiksindiği grup varsa toplamalıydı müzik listesine. Bilgisayarındaki müzik dosyaları içine 1-1.30 saat daldıktan sonra yüzeye çıktığında bazılarını kendisinin de sinirden titreyerek dinlediği tapon bir ‘top 10’ hazırlamayı başarmıştı. Allah’ım o ne listeydi öyle! Boya küpüne batmış, içi geçmiş rockçılardan, “çıplak vücuduna evet ama çıplak sesi mi asla” dedirten fahişe eskisi fantazya sanatçılarına kadar hilkat garibeleriyle doluydu liste. Midesi bir garip olmuştu. Eliyle ağzını kapayıp tuvalete koştu. Klozetin önünde diz çöküp istifra mı istifrar mı olduğuna karar veremeyip yekten kustu. Beş on dakika sonra rahatlamış ve temizlenmiş halde odaya geri döndü. Seçtiği parçaları bir cd’ye yazdırıp, cd’nin üzerine keçeli kalemle “Artık Aşk NefretTen(10) Doğmaz Ki!” yazdı. Albüm başlığındaki kelime esprisini İngilizce bilgisine borçluydu. Bildiklerini o’na rağmen unutmadığını göstermek istiyordu. O gittiğinden beri TRT2’deki İngilizce haber bülteninin sunucusuyla pratik yapıyordu çünkü. Bıraktığı adam değildi. Gelişmiş, değişmişti.. Cd’yi bilgisayardan çıkardı ve geldiğinde unutmamak için boynuna astı. Bilgisayara format attı ve tüm sanal geçmişi sildi. Artık sadece söyleyeceklerine hazırlanabilirdi.


Üzerine en az ütüsüz ve en temize yakın tişörtünü giydi. Dişlerini, ilk 3 dakikası mineraloji çalışmaları olmak üzere, 5 dakika kadar fırçaladı. Odada duran boy aynası, sabahlama sonrası-kafein öncesi bir kriz anında parça parça olmuştu. Bu yüzden nasıl göründüğüne kapalı duran televizyon camından baktı. Biraz daha tertipliydi ama hala bir beraberlik için yakışıksızdı. Moralini daha fazla çökertmeden televizyonu açtı ve o günkü yayınları protesto edercesine sırtını tv ye vermek suretiyle oturup söyleyeceklerini sıralamaya başladı. İlk olarak bol benzetme kullanarak o’nunla beraber olmasının neden mümkün olmayacağını anlatacaktı. Bunun için yapmaktan ısrarla kaçtığı mesleğinin ders konularını kullanacaktı: “ Ey tam vaktinde gelen vakitsiz! Ey karanlığın güneşi! Sen aşk denen deney tüpünde bazsın, ben asit. Beraber olmamız çok anlamsız. Bir senden, bir benden tepkimeye sokulunca tuz oluşturuyoruz bildiğin gibi. Hayata tuzu az ayran muamelesi yapamazsın ki! Beraber olsak da bir işe yaramayacağız. Herhangi bir üretim aşamasında kullanılmamız mümkün görünmüyor. Sen, kuvvetli egoya sahip bir bazsın; ben ise, zayıf karakterli bir asit. Tepkime sonucu oluşan tuzdan arta kalan hep bir miktar sen olacaksın. Ben kendimi tamamen sana adasam da sen, beni yarım yaşayacaksın. Buna tahammül edemem. Hiç gelme o yüzden. Yeniden koparma hayatla olan hidrojen bağlarımı. Özgür bir asidim şimdi ben. Sensizken yakabiliyorum istediğim nötral yüreği. Sen git kendine daha basit insanlar bul. Saygılarımla, ben!”
Konuşmayı hazırlaması hesapladığı süreyi epey aşmıştı. Akşam olmuş, hava soğumuş ve perdeler açık unutulmuştu. Kalkıp perdeleri örttükten sonra buzdolabında kalan kahvaltılıklardan kolaj yapıp karnını doyurdu. Dişlerini yeniden fırçalamaya üşeniyordu. Televizyon sehpası üstündeki bayat sakızlardan aldı bir tane. Biraz çiğnedikten sonra tadı geçince çöpe attı sakızı…Uzun zaman hareketsiz kalıp, gün içine bir dolu aktivite sıkıştırınca yorgun düşmüştü. Oturduğu, yattığı, uzandığı, seviştiği, ağladığı koltuğun çarşafını serip yastıksız, sırt üstü dinlenmeye çekildi. Televizyona yüzünü dönmüştü bu kez. Birileri bir şeyler diyordu ama duymaya direniyordu denilenleri yorgun kulakları. O sırada zil çaldı. Beklediği ses buydu. Peki ya beklediği kişi? Bilmiyordu. Yerinden kalkmaya mecali yoktu, herhangi biri çalar çalar giderdi nasıl olsa. Eğer o geldiyse anahtarı su saatinin oradaydı. Sesler kesildiğinde uykuya bırakmıştı kendini. Birden bedeninde başka bir sıcaklık hissetti. Yanına uzanmış yatan saçının yeni şekli dışında eskisi gibi o’ydu. Teni birden ısındı ve saatlerdir tasarladığı konuşmayı yapmak yerine sarılıp uzun uzun öptü o’nu. Tepkimeye girmeleri uzun sürmedi. Bir süre sonra oda koca bir tuzluğa dönüşmüş, fazladan bir miktar da o kalmıştı. Zavallı asit ise bir kez daha tepkimede zayi olmuştu.

Comments

Popular posts from this blog

Pisi

ÇİZGİLİ ANI DEFTERİ (BİR ÇİZGİ FİLM GÜZELLEMESİ)

Fade Out (Öz gözümden)